“Seloooooo” diye bağırdı bir ses, tanıdıktı. Anadoluhisarı Göksu kahvehanesindeydik, bağıran Recep’ti. Az önce tavla oynarken telsizini araçta unuttuğunu hatırlayıp onu almaya gitmişti. Hafif yağmur olduğu için verandanın altında oturuyorduk, dışarı doğru iki adım attım ve gördüm Alfa 25′i. Üsküdar ile Beykoz ilçelerini birbirinden ayıran Göksu’nun üzerindeki mini köprüden sesleniyordu;
“Selo Çamlıca gişelerde 4 kişiyi vurmuşlar, haydi”
Çamlıca gişelerde yabancı uyruklu 4 kişi infaz edilmişti, olay yerindeydik, cesetler yerdeydi, topladık haberi, arka planına merkezden bakılacaktı, Alfa 25 yıllardır köle gibi çalıştığı Hürriyet’e ben de ATV Haber Merkezi’ne foto ve çekim bandını alelacele gönderdik. Diğer arkadaşlar da geldiler haliyle, bir zaman sonra kendimizi, daha kalabalık bir halde, Göksu’da bulduk.
Böylesi bir rutinin insan ruhunda yaratacağı depresif etki ve duygusal zekadaki erozyonun sonuçlarını hangimiz nasıl yaşıyoruz bilemem. Bir tarafımızla patolojik vakıalar olduğumuz bile rahatça söylenebilir. Sadece 2 saat içinde 4 ceset sığdırmıştık, tavlanın, midye tavanın ve kedilerle paylaşılan çiğerin yanına.
4 cesedin tavlada atılan hep yek kadar önemsen-e-mediği bir gazetecilik kuşağıydık biz. İstanbul emniyeti başta olmak üzere, sol örgütlere yönelik öylesine kanlı infazlara tanıklık etmiştik ki, mafya bağlantılı olduğu kuşkusu veren ölümler hiç etkilemiyordu bizleri, belki en büyük neden buydu. 85-95 dönemini polis adliye muhabiri olarak geçiren kuşağın sıkı bir psikolojik testten geçirilmesi , özellikle o kuşağın bir türlü bulamadığı huzuru, bir parça da olsa iç dünyalara damlatabilir..
Recep Bolat işte bu kuşağın bir gün rahat yüzü görmemiş, hep ekonomik sorunlarla boğuşmuş adsızlarından biriydi. Hürriyet’in verdiği maaşlar da piyasanın dibiydi. Gazete hem çalışanlarından maksimum verim almanın hem de en az parayı vermenin ustasıydı. Bizim gitmediğimiz pek çok yaralamalı kazaya ya da olaya Hürriyetçilerin gitmeme şansı yoktu. Bu yüzden olsa gerek tanıdığım tüm Hürriyetçiler, merkezdeki şeflerine kalay madeninin en naadide ve kapısı açılmadık formülleriyle cümleler kurar ve onlar sık sık yad ederlerdi. Ama Hürriyet istihbarat servisini ayakta tutan da bu enerjiydi aslında. Şu sıralar Mustafa Dabakhane nam arkadaşımızı sütünün son damlasına kadar sağma doktorasına devam ediyorlar, sanırım.
Dik duruşunu hiç bozmadı Recep. İşsiz olduğu bir sırada Kadıköy İzzettin sokaktan onun evinin bulunduğu yere doğru yürüyerek çıkıyorduk, dertleşiyorduk, gazetecilerin oturduğu lokalden çıkmıştık, Aziziye hamamının son müşterileri henüz çıkmışlardı , havalar biraz serinlemişti, ürperdik hazırlıksız,
“Oğlum mont giyme vakti gelmiş, delikanlılık ayağına hasta olacağız” dedim…
Durdu Recep…
“Selo 6 aydır aynı ceketi giyiyorum, daha ne kadar dayanırım bilmiyorum ama galiba yenilmiş bir adam olarak memlekete döneceğim”
Keşke…
Bir arkadaş neler söylerse onları söyledim Recebime…Recep Bolat bu cümleyi kurabildiyse, içinde kopan fırtınaları dindirecek liman mümkün değil, olamazdı. Siz benim Recebimin nasıl onurlu biri olduğunu bilemezsiniz ki…
Duruşunu hiç bozmadı Recep, çakır gözleri bizim kuşak Recep Bolat’la sevdi. çakıra Receple güvendik, o güveni gören bir kardeşimiz Recep’e bir evlat verdi sonra, sonra Recep Basın İlan Kurumu’nda müdür oldu, biraz rahatlamışken ruhu, bir hainin silahından çıkan 4 kurşunla sırtından vuruldu Recebimiz. İlk ameliyatı yapan doktorları “hayati tehlikeyi atlattı” dediler Recebimiz için, sevindik tarifsiz, sonra bir başka hastaneye nakledildi, ve 11 gün sonra da o hastanede gözlerini kapadı, “hayati tehlikeyi atlattı” cevapsızıyla..
Kahramanmaraş Göksun’a gittik, toprağın altına koyduk Recebimizi, geldiğine inandığı yere bıraktık öylece. Doğduğu evi gördük, demirci babasını, kardeşlerini ve ille de anasını. O evlat acısını ikinci kez tadan ve her tarafından kan damlayan yüreğin sahibi ana, oğlunun katiline nasıl seslendi bilseniz…Duyduğunuzda tüyleriniz diken diken olurdu, bir yumruk takılır da boğazınıza, düğümlenirdiniz.
“Recebim sana kıyanların elleri kırılsın” dedi,
Evet bundan daha kötü bir söz çıkmadı o yanık yürekten, en büyük bedduası bu olan bir insanlık zirvesinden söz ediyorum, farkında mısınız?
Sana ne kadar layık arkadaş olabildik bilmiyorum Recebim. Sevgili eşini istemeye birlikte gitmiştik, çok şeyi paylaştık, en çok da yoksulluğumuzu, iskambil oyunlarını o kadar kötü oynardın ki, ayrı bir keyif olurdu, o kontrolsüz hiddetin ve çakmaklaşan gözlerin hele…
Nurlar içinde yat kardeşim…Sen sıranı savdın
“o ne önde, ne arkada
sırada, sırada, sıramızdaydı…
ve yanındakinin kanlı başı
omuzuna düşünce
ona sıra gelince
sayısını saydı….
söz istemez
yaşlı göz istemez
çelenk melenk lazım değil
susun
susun
susun…susun
sıra neferi uyusun….”
- - - - -