Herkes bulduğu ilk görevliye bir şey soruyor, bir yeri soruyor, bileti soruyor, koltuğunu soruyor, yönünü soruyor, soruyor da soruyor… O esnada kulak misafiri oldum, bir Beşiktaşlı taraftar güvenlik görevlisine aradığı yeri soruyor. Güvenlik görevlisi sorulardan bıkmış bir şekilde “Git hau tarafa pak… Ne bileyim ben, ula her şeyi da bize sormayin daaa” Şivesinden anladım Trabzonlu olduğunu… Bende yer soracağım lakin kızar mı diye endişe ediyorum. “Merhaba hemşerim Trabzonlu musun?” diye giriyorum lafa; “ Heee Trabzonliyim, Sürmeneden cevabını alınca rahatlıyorum” Ben de Tonyalıyım deyince yardımcı oluyor… “Ula hemşerum aca yenibilir miyik habulari?” diye sormayı da ihmal etmiyor…
Mübarek yer stat değil labirent… Maç izlerken, binlerce kişi olmasına rağmen kendimi stadyumda maç izliyor havasına sokamadım. Olimpiyatın meşhur rüzgarını da unutmamak lazım…Zaten sahadaki futbolcuları kim kimdir tanıyabilmek için elinizde bir dürbün olması lazım ya o da ayrı bir konu….
Maçın bitimine on beş dakika kala labirentten çıktım. Yolum uzundu daha Ankara’ya gidecektik. Dışarı adımımı attım ki amanın ne göreyim, sanki Uluslararası Avrasya Koşu Maratonu yapılıyordu dışarıda….
Staddan çıkan arabasına doğru can havliyle koşuyor. Hülasa bu çabalarımız da bir işe yaramadı ve gazetelerde okuduğumuz, televizyonlarda izlediğimiz, tribüncü renktaşlarımızın anlattığı o dehşet manzara ile yüz yüze geldik. Binlerce araba, on binlerce insan ve herkes neyi niye beklediğini bilmeden bekliyor. Keşmekeş kelimesi bile durumu anlatmak için çok basit kaçıyor. Bekle, bekle, bekle… Ne zamana kadar bekle arkadaş, nereye kadar bekle! Hiçbir araç kıpırdamıyor. Hay maçının da, stadının da demeye başladım… Arabamız yerinden ilk kımıldama hareketini yaptığında sanırım bir iki saate yakın zaman geçmişti. Normal şartlarda, bu kadar zamanda İzmit’e varmış olmamız lazımdı lakin tekerlek kendi etrafında daha ilk turunu ancak atmıştı.
Yön tabelalarına göre hareket etmek ise mümkün değil, çünkü kimse önünü göremiyor, istediği yöne dönemiyor. Sel gibi akan bir coşkun ırmakta ki çalı parçası gibi araçlar ne yöne gidiyorsa o yöne gidiyorduk.
Çevre yoluna çıkma imkânı bulamadım. İki saat geçmiş ve kendimi araçların aktığı bir yola atmıştım nihayet. Sonra dön, dön, dön ve çevre yolu tabelasını takip ederek git… Derken, aman Allah’ım ne olur biri bana bunun şaka olduğunu söylesin… Kaçıp kurtulmak için iki saattir boğuştuğum, stadyumun önüne geri gelmeyeyim mi? Yani tam iki saat sonra başladığım yere geldim ve çevre yolu tabelasını gördüm… Ağlamak istiyorum ulannnnnn diye bir arabesk replikten sonra, kendime “ Sakin ol, sakin ol, tamam bu da geçecek, inşallah bir gün gelecek bu eziyet senin için tatlı bir anı olarak kalacak” diye teselli veriyordum.
Maç diye geldiğimiz yerde resmen bir zulüm yaşıyorduk. Trabzonsporluların maça gelmesini engelleyen zihniyet acaba bu konuya da bir çözüm bulmak ister mi ki?
Neymiş efendim Atatürk Olimpiyat Stadyumu imiş… Yok kardeşim ne olimpiyatı yaaa, bu resmen Zulümpiyat Stadyumu ve insanoğlu maç izleyeceğim diye yeryüzünün başka bir köşesinde de böyle bir eziyet çekiyor mudur acaba? Hiç zannetmem, böylesi bir eziyeti Avrupa’da yapmaya kalksanız, konuyu eminim ki Birleşmiş Milletlere taşırlar ve en azından Nato duruma müdahale eder…
Gece saat üçe geliyordu ve ben kendimi Ankara yoluna daha yeni atmıştım…
Maçı birlikte izlediğim iki genç Beşiktaşlı da vardı yanımda ve onlarda bu stadyumdan şikayet ediyor ama “ Abi, kocaman stat, mecbur işte ne yapacaksın, kullanılmasın da boş mu dursun?” diyorlardı.
O çocuklara söylediğimi tekrar etmek istiyor ve TFF yetkililerine de buradan iletmek istiyorum. La kardeşim tabii ki boş durmasın… Koskocaman alan burası, salın koç gibi pehlivanları stadın çayırına güreş tutsunlar, buradan başka bir şey olmaz…
Hülasa dostlar, ben ben olalı böylesine bir zulüm ve Zülümpiyat Stadyumu dünyanın hiçbir yerinde görmedim.
Allah da başka kimseye göstermesin…