Bahçesinde ortancalar, güller ve sümbüller açmış. Köşkün arka kapısının birkaç metre uzağındaki havuzda çocuklar yüzüyor ve birbiriyle şakalaşıyorlar. Mehmet Rauf’un Eylül’ünde mi vardı buna benzer bir görüntü tam hatırlamıyorum. Büyük bir köşke taşınan bir aile ve aralarında geçen sarsıcı ilişkiler anlatılıyordu. Galiba başkalarının hayatlarına öykünen insanların asıl hayatlarından uzaklaşmalarını, dağılmaları konu ediliyordu. Zengin köşkleri filmlerde, romanlarda karşıma çıkmıyor yalnız. Çocukluğumda hafta sonları dayımın meyve ağaçlarıyla çevrili eski köşkünü anımsıyorum. Özellikle akşam saatlerince o ağaçların altında yaptığımız sohbetleri. Hemen bahçe duvarının arkasından ana yol geçerdi. Seslerini duyardık arabaların. Bir gün ani bir kararla hemen yakınlarında bir apartman dairesine taşındılar. Köşk orada ıssızlığın ortasında kaldı sanki. Bahçe duvarını saran sarmaşıklar sarardı. Demir kapı pas tuttu. Sonraki yıllarda yanından her geçtiğimde baktığım aynı köşk değilmiş hissi verdi bana.
Bir yerden bir başka yere taşınmak fikri bile bende öyle garip bir duygu bırakır ki, nasıl hissettiğimi doğru sözcükleri bulup anlatamayacağımı düşündüğüm için saklı tutarım sözcüklerimi. Yıllarca bir sokağa bakmışsınızdır. O pencere dünyanız olmuştur. Gözleriniz oradan gökyüzünü görmüştür, limanı, kalabalığı, komşu seslerini. Sonra bir gün her şeyi kutuların içine doldururken bulursunuz kendinizi. Özenle her şeyi yavaş yavaş yerleştirirken, anılarınızı da oldukları kutulardan çıkarırsınız bir bakıma. Şurada gençliğimden bir gülüş kalmış, öteki tarafta ilk öpüşün utangaçlığı kızartmış yanağınızı duruyordur. Uzandığınız yatağınızdan her gece aynı tavana bakarken sinema perdelerinde bile görünmeyen en renkli görüntüleri düşleyen sanki siz değilsinizdir. Ev sahibinin Almanya’dan kesin dönüş yapacak oğlu veya kızına söylemek istediğiniz okkalı küfürler çıkar ağzınızdan.
On yıl kadar önce, birkaç senemi geçirdiğim o kentteki evimi boşaltırken de benzer duygular çöreklenmişti içime. Hazırladığım birkaç çantayı kapının önüne koyup son kez evime, bahçeme bakmıştım. Pencerenin önünde biri durmuş bana bakıyordu sanki. Oysa birkaç ay öncesinde o pencereden, elma ağaçlarının üzerine birikmiş karı izlerdim. Bütün gün yağardı kar. Ağaçlarının kuru dalları arasından ilerideki eski evlerde görünürdü. Ayakkabı izleri sonra… Büyüklü küçüklü adımlar kalırdı patika yolda. Hemen evin yanındaki taş merdivenleri, bahar aylarında dut ağacının altındaki açan sarı gülleri insan yıllar geçse de nasıl unutur? Oradan ayrılmam bir gereklilikti. Her şeyi geride bırakarak yaşamam gereken eve dönmüştüm. Oradaki evin bana hiç ait olmadığının bilinciyle üstelik. Yalnızca ev değildi geride bıraktığım. Günümü, gecemi geçirdiğim insanları da uzağımda bırakıyordum. Haftalarca öncesinde bu gidiş için kendimi hazırladığımdan çok zor olmadı bu dönemi geride bırakmam. Büyürken insan birçok şeyi geride bırakmak zorunda bilirsiniz. Okulunuz biter, askerliğiniz biter. Evlenip başka şehirlere yerleşirsiniz ya da tayininiz çıkar bilmediğiniz kasabalara. Gidersiniz. Kabullenirsiniz bu gidişleri.
İnsan yaşamın bir yerinde durup başka bir sokaktan her şeye yeniden bakabilme gücünü bulamaz bazen kendinde. O zamanlarda ağır gelir bütün yaşanılanlar. İstemediğiniz bir dosttan uzaklaşmak gibidir eski evinizden, sokağınızdan taşınmak. Sadece bu duyguları yaşamamak için belki istediğim halde aynı kentte yaşamımı sürdürüyorum. Bir yabancı gibi o sokağa, eve bakacağımdan, anılarımı kutularından çıkarmaktan rahatsızlık duyuyorum. Eski bir defter buluyorum o dolapların birinin içinde. Yaşamımı yeniden bulmuş gibi sarılıyorum deftere. Başka bir pencereden, başka sokaklara bakacağım birkaç gün sonra. Çam ağaçları rüzgârı saklı tutacak içinde. Geçmişin uğultusu o sayfalardan dolacak yeni odama doğru, güney rüzgârlarının fısıltısı…