Son yıllarda geçmiş yıllarda televizyonda gösterilmiş diziler, filmlerin yeni uyarlamaları reyting rekorları kırıyor. Özellikle edebiyat uyarlamalarının ekranlarda boy gösterdiği bu yeni dönemde kitap okumayan binlerce insanımız bu eserlerden haberdar oluyor. Dudaktan Kalbe, Fatmagül’ün Suçu Ne, Yaprak Dökümü, Çalıkuşu, Hanımın Çiftliği… Ekranlarda gösterildikleri her dönem ilgi uyandıran bu özel eserler ana hikâyeden çok uzaklaştırılmadan izleyenlere ulaştırılmaya çalışılıyorsa da bu konuda gerekli hassasiyetin gösterilmediği de ortada. Yalnız televizyonda değil tiyatroda ve sinemada da benzer sıkıntılar mevcut.
Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun iki sezon önce oynadığı Rumuz Goncagül seyircisini memnun eden bir oyundu. Sinem Şahin, Aslı Artuk Şener, Fatih Topcuoğlu, Ceyhun Gen’in başarılı performanslarıyla alkış topladıkları oyunun metninde yapılmış ciddi değişikliklerin 1977 yılında yazılmış ve o günün koşullarıyla günümüz koşullarının farklılıkları sebebiyle yapıldığı savunmasıyla yanıtlanması da başka bir tartışma konusu. Oyunun yazarı Oktay Arayıcı yaşasaydı en büyük eleştiriyi kendisi yapardı. Okuduğumuz, izlediğimiz bu eserlerin bütünlüğünü bozma, değiştirme hakkımız var mı?
Edebiyat uyarlamaları her zaman ilgimi fazlasıyla çekmiştir. Zülfü Livaneli’nin Mutluluk romanının filmini izlemeden kısa süre önce okumuştum. Beklentim bu yüzden daha çoktu filmden. Çoğu sahneyi suratımı ekşiterek seyrettim. Tecavüze uğrayan Meryem’in kapatıldığı ahırdaki buğranın filme yansıması yetersizdi. Cemal’in Meryem’le birlikte çıktığı tren yolculuğu geçiştirilmiş filmde gereksiz bir bölüme dönüştürülmüştü. İrfan’ın her şeyden uzaklaşmaya çalıştığı ve annesinin evinde kendini bulduğu bölümse belki Meral Çetinkaya’nın başarılı oyunculuğu yüzünden kitaptan daha çok etkilemişti beni. Mutluluk filmi mutsuz etmişti beni salondan arkadaşımla çıkarken. Oysa Zülfü Livaneli filmi beğendiğini açıklamıştı bir söyleşisinde.
Emily Bronte’nin Rüzgârlı Bayır romanını iki gün gibi kısa bir sürede iştahla okuduğumu hatırlıyorum. Romanın ilk sayfalarında yer alan bir sahne: Karanlık bir gece, pencerenin camına uzanan dalın rüzgârında tesiriyle çıkardığı korkunç sesin odadaki yansıması, soğuk odanın içinde meraklı gözlerle okuduğu kitabın sayfaları arasına yazılmış cümleleri bir şifre gibi merakla inceleyen genç kızın hissettikleri… O sahnenin kurgu olmadığını düşünmüştüm okurken. 1940’lı yıllarda Ölümsüz Aşk ismiyle filme uyarlanan ve bence kitabı okuyanlar tarafından pek beğenilmeyen filmin bendeki karşılığıysa hayal kırıklığıydı. Rüzgârlı Bayır’ın her köşesi öyle canlı birer görüntü olarak hafızamda yer etmiş olacak ki belki yazarı sağ olsa onun anlattığı uğultulu tepeler ve aşkı konuşma şansımız olsa filmdeki her şeyin yavan aktarıldığı konusunda eminim fikir birliği yapardık. Heathcliff’in Catherine’e olan sahici ve tutkulu aşkını günümüzde ancak kitaplarda okuyabiliriz.
Son olarak geçtiğimiz günlerde yeniden izlediğim seksenlere ait bir diziden bahsederek yazımı sonlandırayım. Ahmet Mekin, Nil Ünal, Nevra ve Metin Serezli’nin başrolünü paylaştıkları çocukluğumun en ilginç dizilerden biri de Kavanozdaki Adam’dı. Dönemi içinde hatırı sayılır bir kitle elde etmişti. Bilim kurgu türünün ilk örnek televizyon filmi olma özelliği taşıyan dört bölümlük dizide beyin nakli tartışılıyordu. Ünlü bir yazarın beyin ölümü gerçekleşince ona o sırada cinayete kurban gitmiş genç bir adamın beyni nakledilir. Kan davası sonucu öldürülmüş genç adam bir başka kişinin bedeninde yeniden hayat bulurken beyin mi yoksa bedenin sahibinin mi hayatını yaşaması gerektiği ailesi ve doktorları tarafından tartışılıyordu. Günümüz koşullarında aşk, entrika dizilerine bayılan seyircinin Kavanozdaki Adam gibi dizileri ekranda görmek isteyeceğini sanmamakla birlikte reyting açısından da yapımcılar için pek cazip bir seçim olmazdı.